Aşkın ve İhanetin Kimyası

kimyaKadın ve erkek diye isimlendirilen iki insan, dünya üzerindeki beşeri hayatı yan yana birlikte yaratmış ve yürütmüş binlerce yıldır. Binlerce yıldır sözün, sazın, resmin, romanın, sinemanın temaları hep bu ikilinin paylaştıklarını ya da paylaşamadıklarını anlatmaya, yansıtmaya, tarif etmeye çalışmış. Gerçek sevgi ve bağlılıkla, tam uyum ve doyumla, omuz omuza birlikte yürümenin yolları aranmış türlü yöntemlerle.  

İnsan, kendi varlığını devam ettirtmek için doğanın verdiği güdülerle eş seçerek ve üreyerek yaşamını sürdürürken bir yandan en küçük sosyal birim aileyi oluşturmuş, bir yandan diğer toplumsal kurumları geliştirmiş. Bugünkü modern dünyaya gelene kadar geçilen tüm aşamalarda hayat biraz daha değişmiş. Koşullar değişse de kadın ve erkek her yerde yan yana hayata devam etmiş acısıyla tatlısıyla… 

Kadın ve erkeği bir sürü zıtlık ve farklılığa rağmen binlerce yıl bir arada tutabilen bu büyük gücün adı aşk. Eş olma, aile kurma, bir toplumun ferdi olma gibi sıralanan ilişki kurma ve sosyalleşme merdivenlerinin ilk basamağında aşk duruyor ve yaşam onunla başlıyor.  

Teknoloji ve modern insan modeli, hayatını artık elle tutulur, gözle görülür şeyler ile yaşamayı sürdürse de aşk gizli bir özlem ile herkesin bedeninde yanmaya devam ediyor hala. Arayışlar başka isimlerle adlandırılsa bile psikolojisi aşkla beslenmediği sürece insan mekanik bir canlıdan öteye geçemiyor. Kanımızdan, damarlarımızdan, hücrelerimizden, genlerimizden silip atamayız aşkı…

Bizler binlerce yıldır aşk ile kalbimizi ilişkilendirsek de aslında aşk; beynin yarattığı ve belirlediği bir olaymış. Bilimin yaptığı çalışmalar son yıllarda “aşkın kimyası” olduğunu keşfetmiş. Artık kadın ve erkek arasında yaşanan pek çok şeyin, özellikle de ihanetin, birtakım kimyasal olaylar nedeniyle meydana geldiği laboratuar delilleriyle ispat edilmiş!  

Beynimiz aşkın hormonlarını üretmeden önce çevre ve doğa vazifesini yapar ve bizi “aşk”a hazırlar. Aşkımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen hormonlarımız dışındaki nedenler; dünyaya gözümüzü açtığımız ailenin özelliklerinden, ait olduğumuz toplumun kültür, bilinç, sosyal, etik, siyasi bütün yapılarından dolaylı ve dolaysız bir sürü etki alır. 

Öncelikle çocuk yaşlarda her birey için, bilinçaltında mükemmel kadın ve mükemmel erkek imajı oluşur. Bu imaj, anne- baba- arkadaş- olaylar- çevre ve bizde iz bırakmış pek çok karakterin bileşiminin kendi süzgecimizden geçmesiyle oluşur. Sözel tarifini her zaman yapamasak da hepimiz için hayal edilen mükemmel bir model mevcuttur. Vakti geldiğinde artık bilinçaltımızda tamamen modellenmiş olan tipe en yakın olan ile karşılaştığımızda dünya duruverir birden. Kalbimiz normalden hızlı atmaya, sesimiz titremeye, ağzımız kurumaya,  her yerimiz titremeye başlar ve bulutlarla beraber gökyüzünde dolaşmaya çıkarız. Aklımız başımızda değildir artık ve bizi neredeyse çıldırtan duygular yaşarız. 

Bu tür duygular bir takım uyuşturucular alındığında da yaşanır ve yapay olarak dışarıdan verilen bu maddelerin yaşattığı bu duruma “upper” denir. Beyin, upper denilen bu hali yaşatacak neurotransmitter maddelerden otuz tanesini kendi başına da üretecek durumdadır. Dopamin ve neuropinefrin bunlardan ikisidir ve o en mükemmelimizle karşılaştığımızda, beynin salgıladığı bu neurotransmitterler artık Aşk olarak damarlarımızda dolaşmaya başlamıştır.  

Bazı aşklar öylesine yoğun yaşanır ki, aşıklar için zaman-mekan kavramları yok olup, var olmanın ötesine geçilir neredeyse. Güneşin batışı, bir şarkının söyledikleri, sevgilinin dokunuşu, gözlerinin bize bakışı, dudağının sıcaklığı; kendiliğimizi bize unutturur ve “O “ oluruz birden bire. Aslında beyin seratonin salgılamaya başlamıştır ve bu salgı bizi pembe dünyaya uçurmuştur damarlarımızda dolaşırken. Cazibenin yarattığı bu ilk durum heyecan, gerginlik, anksiyete ve depresyon benzeri belirtiler verir vücudumuzda. Yemek yiyemez, uyuyamaz, onu görmeden duramayan saplantılı bir hale geliriz. 

Ne var ki beyin bu salgıyı sürekli ve ömür boyu salgılayamaz. Bu aşk evliliğe ya da sürekli beraberliğe dönüşüp, cazibe temelinden çıkıp dostluk ve bağlılık temeline oturduysa, artık beyin endorfin salgılamaya başlamıştır. Bu salgının verdiği duygu daha sakin, rahatlatıcıdır ve panik, anksiyete, depresyon durumundan çıkmıştır artık aşk. 

Aşk çeşitli evrelerle yaşanır ve cazibe, ilişki, bağlılık aşkın ilk evreleridir. 

Hem cazibe hem bağlılık insan ırkının devamı için gerekli koşulların oluşmasını sağlar. Cazibe; çiftleşme ile çocuğun doğmasını sağlar, bağlılık ise babanın ortadan toz olmasını engeller. Böylece aciz çocuğun hayatta kalması için anne ve babanın işbirliği yapmasına yardımcı olur.  

Kadın ve erkeğin aşkının hikâyesi tabii ki bu şekliyle sona ermez genellikle. Özellikle de sonraki yıllarda o mutlu sonların devamı başka türlü bir kimyaya dönüşür:

En doğrusunu kim biliyor, kim görüyor ve kim hissediyor. Sahi doğru olan sizin bildiğiniz mi gerçekten?

En doğrusunu kim biliyor, kim görüyor ve kim hissediyor. Sahi doğru olan sizin bildiğiniz mi gerçekten?

İhanetin kimyası…  

Çiftleşme gerçekleşip yeni canlı doğunca, bilim her şey buraya kadar deyip araştırmayı bırakmamış; aşk ve ihanetle ilgili bakın nasıl bir araştırma sonucuna da ulaşmış! 

Bazı hayvanların ve tabiî insanın neden çok eşliliğe yöneldiği sorusunun cevabı bir tarla faresinde bulunmuş. Garip gelecek ama evet, bir tarla faresi ihanete ışık olmuş. 

Kahramanımız olan fare, geniş çayırlık alanda yaşayan sadakatiyle ünlü bir tür ve ergenliğe ulaştığı ilk zamanlarda çiftleştiği eşinden asla vazgeçmiyor, ömrünün sonuna kadar asla başka bir fare ile çiftleşmiyor. Yapılan deneylerde eşi öldükten sonra bile diğer başka bir farenin bütün cilve ve oyunlarına başını çevirip bakmıyor. Bunu sağlayan şey ise iki hormon sadece, birisi oxcytocin, diğeri vasopressin… Oxcytocin’in sosyal davranışları, vasopressin’in hafızayı etkilediği biliniyor.  

İlk çiftleşmeleri sırasında bu farelerin beynindeki oxcytocin ve vasopressin hormonu üretimi rekor seviyeye ulaşıyor ve yapay olarak bu hormonların seviyesi düşürüldüğünde davranışları da değişip ihanetler başlıyor. Sadakati olmayan diğer fare türlerine yine yapay olarak verildiğinde ise en çapkın fareler bile eşlerine son derece sadık hale geliyor. 

Bu deneyin sonuçları, insanın sadakatini sağlamak için değil otistik çocukların aileleriyle sağlıklı ilişki kurmasını sağlamak için kullanılacakmış sadece. İnsan üzerinde zorla sadakat yaratmak, evrensel kişilik haklarının ihlali sayılır çünkü… 

Bırakalım sadakat kendi istemiyle ve özgür iradesiyle oluşsun insanda, ötesi kölelik olur değil mi?

 

Aşk sadece kimya ile açıklanabilir mi? 

Kimyasal olaylar vücudumuzda bu kadar etken olmasına rağmen aşkı ve ihaneti anlatmak için tek başına yeterli değil. Hormonların dışında yüzlerce faktör, nasıl aşık olacağımıza ve aşkı nasıl yaşayacağımıza, hangi tercihlerle hayatımızı cennet ya da cehennem haline getireceğimize birlikte karar veriyor aslında. 

Hayatın tamamı sadece basit birkaç hormonla belirlenseydi bu kadar karmaşa ve mutsuzluk olur muydu ikili ilişkilerde ve ilişkilerden topluma yansıyan tüm acılarda?   

Kadın ve erkeğin birlikte olma koşullarını belirleyen, ilişkinin kaderini ve ömrünü etkileyen ciddi farklılıklar yaratan hormonlar daha anne karnında iken kaderimizi yazmaya başlıyor. Döllenme anında x ve y kromozomlarıyla belirlenen cinsiyetimiz, sonraki aylarda annenin hormon salgılarıyla bombardımana uğruyor ve dünyaya gelmeden fizik ve beyin yapısı üzerindeki farklar belirginleşiyor. Dişi ya da erkek olarak nefes almaya başladığımızda ise bu ayırımı pekiştirecek binlerce faktör ve koşul dünyada bizi hazır ve nazır olarak bekliyor.

Kendimizi bedensel olarak keşfetmeye başladığımız ilk anlardan itibaren sorsak da sormasak da cinsiyetimiz ilgili bilgiler üzerimize yağmaya başlıyor. 

“Sen kız çocuğusun, etek giyeceksin, tuvaletini ayakta yapamazsın, bebeğinle oyna, asi olmamalısın, etrafı temiz tut, yemek yapmayı ve ev işlerini öğrenmelisin, gece sokağa yalnız çıkamazsın, aman erkek çocuklardan uzak dur yoksa maazallah, gelinliğini hak ederek tertemiz giyeceksin, bir mesleğin olsa ne olacak, nasılsa evlenip kendine baktıracak bir koca bulacaksın, bak gördün mü evde kaldın, biraz kırıtıp sırıtmadın, kocan gelmeden evde olmak senin görevin, çocuklarına iyi anne olamıyorsun, benimle yeterince ilgilenmiyorsun bu yüzden ihaneti hak ettin…”  

“Aman oğlum ne kadar uzağa i…miş,  ne de büyük tabancası varmış, göster bakalım amcana  p…’ni, erkek adam ağlamaz, kız gibi sırıtmasana, adam ol adam çok para kazan, erkek adam bulaşık mı yıkarmış, vurdun mu devireceksin, adam kız kardeşine sarkmış sen ayakta uyuyorsun,  evine ve karına bakmak zorundasın, küfür bilmeyen adam adam değildir, bir çiçekle ömür bitmez.”  

Bütün bu güzel(!) motivasyonların yardımıyla cinsin iyice tescillenmiş olur ve ömür boyu çıkmayacak bir elbise olarak üzerine giydirilir. 

İnsanın hormonları doğasının ve yapısının temel belirleyicisi olsa da, çevre, aile, toplum koşulları davranış biçimlerine negatif yönlendirme ve koşullama yapsa da, düşünerek, tercih ederek, ölçme, değerlendirme yaparak hareket etmesini sağlayan önemli bir farklılığı vardır oysa ki…

İnsanı hayvandan ayıran, salt kimyadan biraz uzaklaştıran yine beyninde yer alan farklı bir bölüm vardır ki o da beynin dış yüzeyini kaplayan kortekstir. Serebral korteks, düşünce, teorik öğrenme, yaratıcılık, beş duyu, bellek ve hisler, problem çözme ve karar verme yetilerini düzenler. Bu bölüm öğrenmeleri ve duyguları biriktirir, içgüdüleri organize eder. Bütün motivasyonları değerlendirmede ve kendi davranışlarımızın şeklini belirlemede etkindir. Beynin kimyasalları üreten kısımlarına uyarılar gönderir, yaşanmış bir hayal kırıklığı nedeniyle aşkın kimyasını oluşturmada baskı yaratabilir. Bu baskılarla irade ve kontrol denilen davranış biçimlerimizi düşünce yoluyla kendimiz belirleyip, hayatımızı içgüdülerimizden ve hormonların direk etkisinden yalıtabiliriz.  

Aşk ve ihanet kimyasaldır, aldatmak doğanın gereğidir savının arkasına saklanmaya çalışanlar bir de korteks denilen ve beyni çevreleyen bu yapının niye var olduğunu kendilerine bir sorsunlar. 

Yaratılış temelimizin üzerine binlerce yılın kültürünü, sosyopsikolojiyi, bireysel psikolojimizi, örfü ve kanunları oturtarak yıkılmaz tuğlalarla örülmüş ayrı iki tapınak haline gelmişiz kadın ve erkek olarak.  Bir tapınaktan diğerine yol yok ve herkes kendi mihrabının önünde ellerini açmış dua ediyor sadece ve sadece kendi öz mutluluğu için. 

 

Tapınak deyince Halil Cibran’ı anmadan olmaz… 

Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın…
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız,

Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız,

Tanrı’nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız,

Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun,

Ve Tanrısal âlemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda,

Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın,
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi.

Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehi eğilip içmeyin.

Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın,
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,

Çünkü udtan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır.

Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın,
Çünkü ancak Hayat’ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan,
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın,

Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır,

Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez…  

***

Mesele aynı tapınağın ayrı sütunları, aynı lavtanın ayrı telleri olmakta…

Mesele Selvi ile Meşe olmakta…

Mesele; Ol’manın sırrını birbirinde bulmakta…

Nesrin Dabağlar