Bizler var oluşumuz esnasında iki ayrı güç halkasıyla doğarız. Birinci güç çemberimizi dünyasal boyutta iken kullanırız. Bu çember akılla direkt bağlantılıdır. Dünyasal algımızın oluşturduğu tüm her şey; bizi biz yapan her şeydir. Dünyaya anlam vermeye çalışan odur. O olmadan duyduğumuz seslerin ya da renklerin, şekillerin hiçbir anlamı yoktur. Algıladığımız her bir şeyin dizgelenmesinin şifresi onda saklıdır. Ona kısaca dünyasal ben diyebiliriz.
Dünyasal ben, gerçek varlığımızı esirgeyen bir koruyucudur. Tüm koruyucular gibi kurnaz, kıskanç ve planlıdır eylemlerinde. Dünyasal ben, doğumumuzla büyümeye başlar. İçimize havayı ilk çektiğimiz o an, dünyasal ben halkası içindeki erkle nefes almaya başlamış oluruz. Dünyasal ben, doğumla başlar ve ölümle biter. Yargılamak, değer biçmek, tanıklık etmektir işlevi. Ana programı uygulayan sürüm programı gibidir.
İkinci güç çemberimiz ise, görünmeyen bir alandır. Onunla pek ilgilenmeyiz, hatta onun farkında değilizdir çoğunlukla. O bizim tanımlamadığımız, betimleyemediğimiz bölümümüzdür. İsim, söz, şekil, duygu, bilgi yoktur. O’na geçilebilir, orada yaşanabilir ama onun hakkında bizim bildiğimiz kelimelerle konuşulamaz. Maddesel dünyanın algılarıyla orada olanlar hakkında yorum yapıldığı anda dünyasal alanın içine indirgenir ve dönüşür.
Daha doğduğumuz anda aslında iki parça olduğumuzu hissederiz. Doğum anında ve sonraki kısa sürede tümüyle diğer taraftayızdır. Sonra işlev görmek amacıyla sahip olduğumuz parçanın bir karşı parçası olması gerektiğini hissederiz. Bu ayrımı zihin-beden ikiciliği olarak yaratırız. Aranan egodur ve bu en başından beri bir eksiklik yaratır. Derken ego gelişmeye başlar ve önem kazanır. Diğer tarafın parıltısı körelir, ego onu tümüyle kaplar. Ego ile dış dünya arasında çatışma başladığında çatışmanın uzlaşma sağladığı noktalar, varlığın ego sınırlarını belirler.
Artık tümüyle ego olduğumuz anda ise, doğumdan başlayarak bize eşlik eden ve bizi bütünleyen başka bir parçamız olduğunu sürekli anımsatan, bir eksiklik duygusuyla kaplanırız ve o eski yetersizlik duygusunun arttığını seyretmekten başka bir şey yapamayız.
İki yanımız olduğunu hep duyumsarız ama bunu dünyasal nesnelerle dile getiririz. Yanıltıcı bir ikicilik dünyasında yolculuğa çıkarız böylece. Tümüyle ego olduğumuz andan başlayarak, kendimize eşler oluşturmaya koyuluruz. Bir yanımız ruh, diğeri beden diye ayrımlarız. İyi, kötü, tanrı ve şeytan gibi bir sürü ikicilik yaratırız ama aslında sadece ego adamızın, yani tek bir yarımızın üstündeki şeyleri eşleştirdiğimizin ayırtına varamayız.
Diğer yanımız, egomuzu çevreleyen okyanus gibi kendi kendinin yalnızlığında kalır. Zihin; diğer yarısı eksik kalan varlığımızın tümünü kuşatmıştır artık. İçinde bulunduğumuz alan, dünyasal algı boyutunun hapishanesidir. Engin bir denizdeki bu ıssız adada, etrafımızı çeviren o büyük okyanusla, tanışmadan biter ömrümüz.
Bizler bir başka yanımız daha olduğunu duyumsasak da ego, hep kendi kabuğunun içinde kalmamız için sürekli sopasını gösterir. Bu yüzden bazı bilgelik öğretilerinde; dışarıdan kabuğun kırılması, yani çömez-usta ilişkisi gereklidir.
Bu ikilik durumunda yaşarken hep bir şeylerle kendimizi tamamlamaya çalışırız, ama bunu asla başaramayız. Bizi bütünleyen bir parçamız olduğunu anımsarız, bu eksikliği sevgilerle tamamlamaya çalışırız. Ama hiçbir zaman tamamlanmaz, çünkü dualiteyi, yani ikiciliği yanlış yerde yaratırız. Bizim eksikliğimiz başka birine ait bir yarım değil de kendi diğer yarımızın eksikliğidir aslında. Diğer yarımız diye aradığımız şey, çoğunlukla bir eş niteliğindedir.
Ruh eşi kavramı da bu dualitenin bir parçasıdır ve kısa bir süreliğine tamamlandığını sanma yanılsamasıdır. Bu eşlik, sadece cinsellikle bağlantılıymış gibi sunulur tüm insanlara. Tüm dünyanın kendini sadece cinsel aşkta bulmaya çalışması, insanın gelişimi yolundaki en büyük yanılgıdır ne yazık ki… İki ayrı yarım asla birbiriyle bütünleşmez. Gerçek bütünleşme, bizim kendi kendimizin yarımıyladır. İki ayrı parça halindeyiz dünyada. Öbür parçamız olduğu yerde duruyor ama biz onun farkında değiliz.
Yazgımızı yöneten güç, bize bir oyun oynayarak bizi yan yana, bir bütün olarak iç içe koymuş ama bir gözümüzü de şaka yapar gibi kapalı bırakmış. Ancak o diğer tek göz ile görmeyi başarabildiğimizde, yanı başımızda saklı duran diğer yarımızı görmeyi de başarabiliyoruz.
Yanı başımızda duran kendi bütünlüğümüzü görmeyi reddederek, dışarıdaki arayışların peşinde incinmekten de kurtulamıyoruz ömür boyu.
Bu arayışların en önemlisi ve belki de ilki; dünyasal aşktır.
Doğduğumuzda bir C harfi gibiyiz. Bu bizim kendi kendimize oluşturduğumuz yanlış ikiciliğimizin sonucudur aslında. Hedefimiz kendimizi tamamlamak ve O olmaktır ve ilk kaynak olarak çevremizdekileri seçeriz. Anne ya da babamızın varlığıyla C’nin diğer tarafını bütünlediğimizi sanırız. Sonra da ilişkilerimizde yaparız bunu. Kendi dışımızdaki diğer yarımızı bulduğumuzu sanırken aslında, kendi yarısını arayan başka bir yarımla bütünleşiriz. Bu bütünleşme gerçek bütünleşme olmadığı için bir gün kopmaya mahkûmdur. Kendimizi, kendimizle bütünlemeden yola çıkmanın sonucudur bu.
Farkındalığımız hep dışarıya odaklı olduğundan yetişkin sayılmasına rağmen pek çok insan kendi dairesini tamamlayamamıştır henüz. Bu aşamada yaşanan bütün aşk ilişkileri de bizi tamamlamaktan uzak, tüketici ilişkilerdir ve iki birey arasında bitmeyen enerji savaşı vardır.
Aşk meydana geldiğinde, iki kişi birbirlerine enerjilerini verirler. Bu durum ilk zamanlar neşe ve mutluluk verir. Ne yazık ki bu mutluluk duygusunun diğer bir insandan geleceğini umdukları için insanlar, evrenden gelen enerjiyle bağlantılarını keserler. Oysa bu bir enerji sorunu doğurur. Çünkü kişilerin kendi enerjileri bir süre sonra tükenir. İlişki kendi kendisini tüketmeye başlar ve kişiler birbirlerini aşırı derecede sahiplenerek, kontrol etmeye çalışırlar.
Birbirlerini kontrol etmeye çalışan kişiler, geleneksel güç mücadelesinin kısır döngüsüne düşerler. Bazen bir taraf diğerinin enerjisini çeker, bazen tersi söz konusu olur. Dünyasal olarak ortada görünen bir birliktelik vardır ama gerçekte bu iki insan arasında enerji dünyasında bir savaş vardır. Görünmeyen bu enerji savaşı, ilişkiyi yıpratmaya devam eder. Bu kısır döngünün içindeki her iki birey de kendi gelişiminin önünü tıkamış durumdadır.
Aştaki bu enerji rekabeti yüzünden kendi ilerlememizi sağlayamaz ve kendi karşıt cins yanımızla bütünleşemeyiz. Kendi içimizdeki öz eril-dişil enerji dengesini oluşturmak gibi varlıksal bir amacımız vardır. Çoğu insan bunu bilmez ve farkında değildir. Karşı cinse aşırı bağlı olmamızın sebebi, karşıt cinsin enerjisini elde etmek istememizdir. Hâlbuki kendi istencimizden aldığımız enerjinin hem dişi hem eril yönü vardır ve tamamlanması gereken akış buradandır.
Evrenin enerjisiyle kendi içimizde olgunlaşmadan, başka bir insandan beslenmeyi seçersek, evrensel kaynağın akışını yavaşlatır, hatta durdururuz. Aşkta acıların yaşanmasının gerçek sebebi, iki insan arasında paylaşılamayan yaşam enerjisidir…
Nesrin Dabağlar